1 Haziran 2007 Cuma

"Sen Git, Remzi gelmesin.."

Olmuyordu.. Uzun zamandır üzerinde çalıştığım, belki de yazın hayatımın dönüm noktası olarak adlandırılabilecek romanımın 252. sayfasında tıkanıp kalmıştım. Oysaki başlarda her şeyi nasıl da güzel kurgulamıştım. 1950'lerin İstanbulu' nda geçen roman, bir aşk hikâyesi üzerinden ilerleyecek, yer yer dönemin siyasî ve toplumsal yapısına göndermeler yapacaktı. Kitabın sonunda da okuyucuya sürpriz yapıp romanın genç ve duyarlı kahramanı Eşref'in meğerse yaralı parmağa bile işeyemeyecek şerefsiz evladının teki olduğunu gözler önüne serecektim. Ve hatta bununla yetinmeyip cevabını bilmediğim soruları okuyucuya sorup, onlarla oynayacaktım,aile din gibi tabularla onları baş başa bırakacaktım. Kısacası süper bir kitap yazıp, piyasanın anuna koyacaktım. Ama gelin görün ki böyle kurnazca, sinsice planladığım olay örgüsü 252. sayfada tıkanıp kalmıştı. Bir haftadır bir kelime dahi yazamadığım gibi haybeye boş kağıdın önünde sabahlıyordum. İşin kötüsü, şimdiye kadar yazdıklarıma bir göz attığımda roman kahramanı olan tipini s.ktiğimin küçük burjuvası Eşref'in 252 sayfa boyunca evde mal gibi oturduğun, tıpkı duyarsız bir hayvan gibi hiçbir içsel kaygı ve serzeniş duymadan hayatını idâme ettirdiğini fark ettim. Eşref'in bu başına buyruk hayatı romanımın ağzına sıçmak üzereydi.
Bir sinirle masaya oturdum ve 253. sayfada birden okura seslenerek Eşref' in arkasından atıp tuttum, onun hakkında kavgada bile söylenmeyecek sözler sarf ettim. Bu şartlar altında Eşref'in hikayesini anlatamayacağımı okura makul bir dille tek tek açıkladım ve bambaşka bir aşk temalı hikayeye başladım. Değişiklik hakikatten de zihnimi açmıştı. Hiç durmadan sayfalarca yazıyordum. Resmen metaforlarla dans ediyor, kelimelerle sevişiyordum. Bu hız ve üretkenlik içerisinde gidersem romanım bittiğinde Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü'nü bile alabilirdim. Gerçi ödüller sadece öykü ve şiir dallarında veriliyordu ama olsundu. Gerekirse araya adam koyar yine alırdım ben o bebeği. Allah'a şükür çevrem geniştir.

Ben öyle kelimelerle sevişirken birden içeri annem girdi. Ter içinde ne istediğini sordum. Söyledi, sinirimden çıldırdım. Gerçi ben istemeden çay, mandalina getirerek, "Halangiller gelmiş bir 'merhaba' de sonra yine deva edersin" diyerek sık sık çalışmamı bölmesine alışmıştım ama bu seferki isteği kabul edilemezdi. Komşumuzun küçük oğlu Remzi'ye ders çalıştırmamı istiyordu. Ne kadar bağırdıysam kâr etmedi. "Yavrım etme ayıptır, yiğidim yapma günahtır" lara karşı gelemedim. "İyi iyi gelsin çalıştıralım" dedim. Bu sefer de benim onlara gitmemi, temizlik yapacağını söyledi. Yeni bir bağırıp çağırma falından sonra çaresiz kabul ettim.
Kapıyı Remzi açtı. Remzi avurtları içine çökmüş, gözünde, hani siz de bilirsiniz ya, yalnızca çocuklara özgü olan o meraklı bakışların zerresi bulunmayan embesil yaradılışlı bi çocuktu. Zaten çocukları sevmeyen ben, geçen bayram, bayramın dördüncü günü olmasına karşın hâlâ siyah çizgili gri takım elbisesini giyip bizden şeker istemeye geldiğinden beri Remzi'den tiksiniyordum. Yalandan bi başını okşayıp içeri, babası Menderes Abi' nin yanına gittim. Menderes Abi oğlundan yana çok dertliydi. Remzi'ye karşı hırpalayıcı bir davranış sergileyerek oğlunun derslerinin çok kötü olduğunu,mümkünse ona yardımcı olmamı istedi. Ve karşılığında reddedilemeyecek bir meblağ sundu. Meblâğı duyunca birden Remzi'ye karşı büyük bir sempati besledim ben. Hatta öyle sempati besledim ki Remzi gibi pırlanta bir çocuğa karşı sert çıkışlar yapan babası gözümden düştü. Ama sonra meblâğı ödeyen şahsın Remzi değil de babası Menderes Abi olduğunu idrak edince her ikisine karşı nötr bi tutum sergiledim. Ve Remzi'yle beraber salondaki yemek masasına oturarak ders çalışmaya başladık. Menderes Abi daha çok matematik çalıştırmamı istiyordu. Matematik defterini açtım ve bir öğretmen edasıyla şöyle bir gözden geçirdim şimdiye kadar işledikleri konuları. Güzel, şu hayatta en vâkıf olduğum konu olan OBEB i işliyorlardı. Elime kalemi alıp şakır şakır anlattım OBEB i. Baktım anlatmaya doyamadım, bi de OKEK i anlattım. Fakat Remzi her "Anladın mı?" soruma hiçbir şey demeden sadece kafasını sallayarak cevap veriyordu. Baktım olacak gibi değil, bi problemi anlatırken yarıda kesip apayrı kişisel bi problemimden bahsettim. Sonra "Anlıyor musun? diye sordum. Ona da kafa salladı. Evet mini testim sonuç vermişti; Remzi'yi ancak hocanın kanaat notu kurtarabilirdi. Menderes Abi'ye oğlunun bu durumundan hiç bahsetmeden, paramı alıp öbür gün buluşmak üzere de sözleşerek eve gittim.

O gece içimden hiç yazmak gelmedi, sadece Remzi’yi ve o günü düşündüm. Sabah tekrar Menderes Abi' lere giderek, Remzi’yle ders çalışmaya başladık. Menderes Abi de bizimle beraber aynı salonda oturup, televizyon izlediği için bir türlü sağlıklı iletişim içine giremiyorduk Remzi’yle. Bir yol problemini defterde gösterirken kâğıda Remzi’nin bir gün önce ben kendi problemimi anlatırken beni anladığı konusunda ciddi olup olmadığını yazdım, “Anladın mı?” diye fısıldayarak pekiştirdim yazdıklarımı. Beni başıyla onayladı. Sonra kalemi deftere vurarak yazdıklarımı okumasını sağladım. Okudu ve kafasını yine sallayarak beni anladığını söyledi. Baktım beni anlıyor problem aralarında çaktırmadan Remzi'ye birkaç kendi problemimi anlatım,onları da anladı. Evet belki de şu dünyada beni tek anlayan kişiydi Remzi.
İlerleyen günlerde ben gidip Remzi'ye matematik kisvesi altında aşktan, eski kız arkadaşlarımdan, şu dünyanın anlamsızlığından bol bol bahsettim. Sanırım Menderes denyosundan çekindiği için o hiç derdini anlatmadı, hep sustu. Belli bi süre zarfından sonra biz Remzi'yle beraber takılmaya başladık. Çok iyi iki arkadaş olmuştuk. Top oynadık, aşağı mahallenin çocuklarıyla kavga ettik, kolasına kömür taşıdık falan filan... İki arkadaş ne yaparsa onları yaptık işte.

Bi gün benim hakiki kemik gaflikin bana uğursuz geldiğini fark ettim. Ve Remzi'ye bizim oradaki bayırın tepesinde açıldım. "Bu gaflik bana çok uğursuz geldi laaaaan" dedim. "Atma lan, bana ver" dedi Remzi. "Yok lan atıcam" deyip son kuvvetle fırlattım bayırdan aşağı gafliki. Remzi "Allahıma yerini gördüm !.." deyip toz duman içinde koşarak indi bayırdan aşağı. Bunun Remzi'yi son görüşüm olmasını isterdim ama olmadı, kahretsin ki olmadı. Zaman zaman benim gaflikle mors, kuyu, başaltı oynarken gördüm Remzi'yi. O oynadıkça ve kazandıkça nasıl da gözümde değerlenmişti o gaflik. Gidip istesem olmazdı, usulca çalsam hiç olmazdı. En sonunda dayanamadım (belki hırsım geçsin diye) bi bahaneyle bi güzel dövdüm Remzi şerefsizini. Sonrası bildik şeyler işte, Remzi'nin annesi bizim kapıya dayandı,bağırdı çağırdı. Ama kendi annemden "Arkadaştırlar, olur öyle şeyler" deyip, kadını tersleme olgunluğunu göstermesini beklerdim, olmadı. Yazık ki o da Remzinin annesiyle bir olup benim üzerime yürüdü.

O sinirle odama kapandım, romanıma geri döndüm. Bir hafta evden hiç çıkmayarak romanımı bitirdim. Son bi kere romanı kontrol ettikten sonra romanın genç ve duyarlı kahramanı Eşref'in ismini Remzi yaptım.